Bir Hikaye 25/02/2023 – Yayınlanan: Blog

Uyandı, Bingo !! yine alarm çalmadan uyanmıştı. İçinden saymaya başladı bir, iki, üç, dört…dokuz, on.
Kurduğu alarm saat tam 07.00 de çalmaya başladı. Alarmı kapattı. Yataktan kalkıp büyük bir titizlikle yatağını toparlayıp düzeltti. Her sabah yaptığı gibi lavaboya gitti. Bütün gecenin idrar torbasında biriktirdiği çişini büyük bir keyifle yaptı. Tuvaletten çıktı. Elini, yüzünü güzelce sabunladı. Akşam duş aldığı için sabah duş almasına gerek yoktu gece terlememişti. Mutfağa geçti. Babası her zaman ki gibi evde herkesten önce kalkmış ve kahvaltısını yapıp işe gitmişti. Büyük ihtimalle işyerine varmak üzere idi. Annesi karnını güzelce doyurmasını tabağında bir şey bırakmamasını, tüm gün havanın yağışlı ve soğuk olacağından çıkarken şemsiyesini yanına almasını söylüyor, bir yandan da ondan sonra kalkıp anaokuluna gidecek kardeşinin kahvaltısını hazırlıyordu.
Bu sabah okula gitmeyecekti. Uzun zamandır en ince detayına kadar planladığı bir gezi vardı aklında. Her zaman yaptığı gibi durağa kadar yürüyecek ve oradan okula giden otobüse binmeyecekti. İnternetten yaptığı araştırmalar sonucu Eminönü istikametine giden otobüsün geçiş saatlerini ezberlemişti. Haritadan o gün gezmeyi planladığı sokak ve caddeleri hafızasına kazımıştı. Kahvaltısını bitirdi. Karnını her zamankinden daha fazla doyurmuştu. Bardağını ve kullandığı tabağı bulaşık makinesine dikkatlice yerleştirdi. Dışarıda yemek yemekten hoşlanmazdı. Zaten fazla parasıda yoktu. Aylardır bu gün için harçlıklarından gizlice para biriktirmişti. Bütün bir günü dışarıda geçirecekti.
Odasına geçip giyindi, akşamdan hazırladığı çantasını kontrol etmeye gerek duymadan evden çıkmaya hazırlandı. Annesi bir taraftan küçük kardeşini uyandırmaya çalışıyor, kardeşi ise uykunun en güzel evresi olan sabah uykusundan uyanmamak bir kaç dakika daha fazla uyuyabilmek için annesine yalvarıyordu. Kendi çocukluğu geldi gözlerinin önüne, hiç kardeşi gibi olmamıştı ilginç bir şekilde üç yaşından beri hayatındaki bütün önemli olayları, tanıştığı insanları tek tek bütün detayları ile hatırlıyordu.
Saat tam 07.30 u gösterdiğinde evden çıkmıştı. Durağa kadar yedi dakika yürüyecekti. Sokak uyku mahmurluğu ile okuluna, işine gitmeye çalışan insanlar ile doluydu. Durağa geldi, beklediği otobüsün gelmesine daha on dakika vardı. Arkalarda kimsenin onu fark etmeyeceği silik bir suilet olarak duruyordu. Herzaman yaptığı gibi otobüs bekleyen insanları incelemeye başladı. Şu ihtiyar adam her sabah durağa erken gelirdi. Altmış yaşlarında falan olmalıydı. Sıgara içmekten bıyıkları sararmıştı. Durakta hala sıgara içmeye devam ettiğinden yağmurda bile durak dışında beklerdi. Yanyana geldiğinde kesif bir sıgara kokusunu duymamak imkansızdı. Zaman zaman derin bir öksürük nöbetine tutulur sonra sıgarasından bir nefes daha çekerdi. Hergünkü gibi zayıf çelimsiz bir çocuk durağa hızlı adımlar ile yaklaşırken diğer taraftan elindeki sandiviçi yeme uğraşı içinde idi. Çoğu zaman otobüse son anda yetişirdi. Arada otobüsü kaçırdığında can havli ile otobüsün peşinden koşturmasını anımsayıp keyifle sırıttı. Yüksek sesle konuşan bu iki kadın evlere temizliğe giderdi. Süreki temizliğe gittikleri evler hakkında bir fikirleri olur kah yüksek sesle kah seslerini alçaltıp gizli gizli konuşup müztehzi bakışlar ile gülüşürler, gittikleri evlerdeki kadınların ne kadar beceriksiz ne kadar kokoş olduklarından bahsederlerdi.
Her gün okula gitmek için bindiği otobüs arkasından egzost dumanları çıkartarak durağa yanaştı kapısını açtı bir an içini bir his kapladı sanki şöför onun bu gün otobüse binmediğini fark edecekti. Ama korktuğu gibi olmadı yolcularını alan otobüs tıslayarak kapısını kapattı ve gürültülü bir şekilde siyah egozst dumanları çıkartarak hareket etti. Beklediği otobüsün gelme saati yaklaştıkça huzursuzluğuda artmaya başladı. Neyse ki otobüs bir kaç dakikalık gecikmeyle durağa yanaştı. Her zaman bindiği otobüse göre daha kalabalıktı. Otobüse her bindiğinde yaptığı gibi orta kapının önündeki tekli koltuğun arkasındaki boşluğa kendini attı. Bunu bir alışkanlık haline getirmişti, otobüse bindiğinde yer olsa bile daima orada durmayı tercih ediyordu. Yolculuk süresince okuyacağı kitabı çantasından çıkarttı. Bu yolculuk için Paul Valery’in Le Jeune Perque (Genç Perque) kitabını seçmişti. Valery bu eserinde 512 dizelik klasik Aleksandra’dan oluşmakta yaşamı düzenleyen üç kader tanrıçasının en genci, Valery’in yeni uyanmış olan yaratıcı gücünü simgelemekteydi, şimdiye kadar bu eseri üç defa okumuştu. Elindeki baskı Gallimard yayınevi 1953 tarihli bir fransızca nüshası idi. Bu kitabı internette tesadüfen bulmuş ve babasına kendisine alınabilecek en güzel doğum günü hediyesi olacağı yönünde ikna için bayağı uğraşmıştı. Kitabı bu kadar çok istemesinin sebebi Tanpınar’ın Valery’i büyük üstat diye tanımlamasından kaynaklanmaktaydı. Küçük yaşına rağmen bir Tanpınar hayranıydı. Eserlerini ve Tanpınar hakkında yazılmış kitapları bu yaşında okumuştu. Babasının bu kitap için isteksiz tavrı pekde haksız değildi. Saint-Josef Lisesi”nde henüz hazırlık okuyan 14 yaşında bir çocuk için çok erken olduğunu düşünmekteydi. Bir yıllık hazırlık sınıfı sonunda belki de bu kitap sayesinde akıcı bir fransızca okur/konuşur olmuştu.
“Cette main, sur mes traits qu’elle rêve effleurer, Distraitement docile à quelque fin profonde, Attend de ma faiblesse une larme qui fonde, Et que de mes… “
dizesini bir huşu içinde tekrar tekrar okudu.
“Yüzümdeki bu el, o dokunuş, rüyalarım dalgın , bazı derin . Sonuna kadar uysal görünen, benim zayıflıklarımda eriyen gözyaşlarım…”
Otobüsün ani freni ve durur durmaz tıslayarak açılan kapıları ile etrafındaki hareketlilik onu daldığı bu derin huşu halinden çıkarttı. Etrafına baktığında otobüsün Yenicami önündeki duraklara geldiğini farketti. Saatini kontrol etti. 8;30’u geçmişti. Kitabını dikkatlice çantasına yerleştirdi. Çantasının bütün fermuarlarının kapalı olduğundan iyice emin olduktan sonra hemen arkasındaki orta kapıdan indi. Kararlı adımlarla yürümeye başladı, sanki hergün bu yoldan geçiyormuşcasına bir insan kalabalığı içerisinde Hamidiye Caddesinden ilerleyerek nihayetinde Ankara Caddesine çıkacak oradan sağ yukarıya saparak cadde üzerindeki yayınevlerinin vitrinlerine bakacaktı. İlk durağı İnkilap Kitabevi idi. Anacadde üzerindeki dükkanın vitrini en son çıkan, çok satan kitapları sergilenmekteydi. İçeriye söyle bir göz attı. İçeride sabah mesaisine başlanmış ama sabah çay ve poğaça ile kahvaltısını yapmakta olan personel gözükmekteydi. Kasada yaşlı bir adam okuma gözlüğünü iyice burnunun üzerine indirmiş gazetesini dikkatlice okumaktaydı.
İnsanlar caddenin her iki tarafından hızlı adımlarla bir yerlere gitmekteydiler. Kimileri ise çocuklarına, kendilerine kitap aradıkları belli bir halde ellerinde kitap listesi ile kitabevlerine girip çıkmaktaydılar.
Bir an herşey gerçekliğini kaybetti caddede, yürüyen suiletler değişti. Cadde bir anda onlarca yıl eskiye dönüştü, ışıklar ile şenlendirilmiş renkli cadde bir anda bir Ara Güler İstanbul’unun siyah beyaz fotoğrafına dönüşmüştü. Şu varlık yayınevi’nden çıkan Orhan Kemal değilmiydi? Başında fötr şapkası, üstünde paltosu, ceket ve kravatı ile oldukça şık bir halde kolunun altında belki de son yazdığı romanının nüshaları olan bir dosya ile üzgün bir şekilde çıkmaktaydı. Kim bilir belki de romanından beklediği parayı alamamış hüznü yüzüne yansımıştı.
Peki şu takım elbise içinde saçları muntazam taranmış, elindeki sıgarasından derin nefes çeken Orhan Veli olmalıydı. Yürürken karşılaştığı Sait Faik ile selamlaştı. Üstat galiba adadan sabah erken saatte geldi. Türk edebiyatının ünlü simaları birer birer canlandı gözünde. Onlarcasının yürüdüğü bu kaldırımlarda şimdi onların ayak izlerini takip ederek yürüyordu.Yürümeye devam etti. Valilik hizasına geldiğinde artık kitapçılar son bulmuştu. Karşı hizada MEB yayınları vardı. Kir içindeki cam vitrinde eğrilmiş, güneşten renkleri solmuş bir kaç MEB kitabına alel acele göz atıp Nuruosmaniye Caddesine saptı. Yol iki yanında büyük halı ve altın mağazalarının olduğu kapısında şık giyimli gençlerin gelip geçen turistlere laf attığı trafiğe kapalı orta kısımlarda oldukça yaşlı çınar ağaçları oturma banklarının olduğu bir güzergahtı. 240 metrelik bu yolu bitirdiğinde onu Nuruosmaniye Camii bütün ihtişamı ile karşılamıştı. Fazla oyalanmadan cami avlusundan dümdüz devam edip Kapalıçarşı Nuruosmaniye kapısına ulaştı. Rehberleri eşliğinde kalabalık turist grupları, onları etkilemeye dikkatlerini çekmeye çalışıp ellerindeki ürünleri satmaya çalışan seyyar satıcıları ve çarşı kapısının mimarisinden etkilenmiş fotoğraflama yarışındaki turistleri geçip kapalıçarşının kapısından içeri kendisini attı. Kapalıçarşı’nın ana caddesi üzerinde yürümeye devam etti. Yol boyu kuyumcular vitrinlerini düzenlerken kimi esnaf işini bitirmiş dükkan önüne attığı taburelerde çayını kahvesini yudumluyor bir yandan diğer esnaflar ile konuşuyorlardı. Çarşının içine girdiğinde hava bir anda değişmiş yerini biraz daha ılık bir havaya bırakmıştı. İçerisinde seslerden oluşan bir uğultu vardı. Çarşı tavanında yuva yapmış kumrular, güvercinler bir yerden bir yere kısa uçuşlar yapmakta aşağıda ise her hallerinden şanslı oldukları belli olan kediler kendi önlerine konan kedi mamalarını afiyetle tüketmekteydiler. Nihayet çarşıdan dışarı çıktı ve o soğuk hava ile hafifçe ürperdi. Çadırcılar Caddesine çıkmıştı. Sağa doğru döndü ve ilk solda eski bakımsız aralarından otlar çıkmış kemerli bir taş giriş gördü. Hedefine nihayet ulaşmıştı. “Sahhaflar Çarşısı” içeriye girdi önündeki merdivenlerden ağır ağır çıkmaya başladı. Sağ tarafında bir genç hala kitapları düzenlemekle uğraşıyor diğer taraftan diğer esnaflar ile şakalaşıyordu. Sol tarafında burnunu rahatsız edecek kadar orada olduğunu belli eden kokusu ile umumi bir tuvalet vardı. On basamaklık merdivenleri bitirdiğinde planlamasını yaptığı gibi bütün dükkanları tek tek inceleyecekti.

Sol taraftan başlayarak dükkanları incelemeye başladı ilk dükkan geleneksel Türk sanatları üzerine hat, minyatür ve kitap satışı yapan bir dükkan idi. Çarşıya gelmeden evvel bu konu hakkından internetten araştırma yapmış ve minyatürün eski el yazması kitaplarda kitabın içeriğini destekleyici tek boyutlu bir resim tekniği olduğunu öğrenmişti. İlerledikçe içini hafif bir sıkıntı kapladı. İnternette okumasına rağmen böyle bir manzara ile karşılaşacağını düşünmemişti. Yanyana dizilmiş dükkanlar nerede ise birbirinin kopyası gibiydi. Ağırlıklı olarak öğrencilere yönelik ders kitapları test kitapları yahut dini kitaplar ile yanyana durmaktaydılar. Kapılarda bekleyen satıcılar ona sürekli “ne aramıştınız ne kitabı lazım” diyerek müşteriyi bir sonraki dükkana geçmeden kitap satmaya çalışır bir halleri vardı. Evet buraya bir arayış içerinde gelmişti. Ama aradığının bu olmadığına gayet emindi. Çarşının alt kısmını gördüğünde kendince yaptığı çıkarım çarşıda iki çeşit kitap satılmaktaydı. Bir bu dünyanın sınavlarına hazırlık iki öbür dünyanın sınavlarına hazırlık. Düşündü peki araftakiler ne olacaktı?
Bir umut ile çarşının üst kısmına doğru yürümeye devam etti. Hemen solunda yaşlı bir amca iğreti bir tespih tezgahı koymuş kucağında tezgahının içinde kediler ile oturmaktaydı. Amca kedileri ile mercan kızım, karanfil neredeydin diye konuşmaktaydı. Yanından geçerken Yaşlı Amca başını kaldırdı. Sanki yıllardır orada onu bekliyormuş gibi gözlerinin içine bakarak “hoş geldin evlat, buyur gel otur bir çayımı iç” diyerek yanındaki tabure üzerinde kıvrılmış uyumakta olan kediye “gümüş hadi kalk bakalım “ diyerek indirip tabureye oturması için işaret etti. Bir an duraksadı. Böyle bir şey beklemiyordu. Hayal etmemişti nasıl bir tepki vereceğini bilemedi. Böyle zamanlarından nefret ederdi. Nefes alışverişi hızlandı avuçları terliyordu. Ağzından çıkan sesi kendisi bile tanıyamadı. “teşekkür ederim” deyip kendine işaret edilen tabureye oturdu. Yaşlı amca kendisinden hiç beklenmeyecek bir gür ses ile çaycı heyyy çaycı duymuyor musun beni misafirim var, tanrı misafiri bir çay getir diye bağırdı. Sonra ona doğru dönüp “ anlat bakalım evlat evinden oldukça uzakta gibisin? Kimsin ? Nerelisin? Kimi aramaktasın? Bana bu çarşıda Deli Ahmet derler. Yıllardır bu çarşıdayım; dedi. Az önceki panik hali geçmişti. Yutkundu, sahaflar çarşısını gezmeye geldiğini, Eski kitapların olduğu yerlere baktığını söyledi. Deli Ahmet hafif bir gülümseme ile evlat biraz geç kaldın nerde şimdi eski sahaflar dedi. Aşağı kısmı işaret ederek bak bu çarşının giriş kapısının tam karşısında en meşhur sahaflardan Raif Yelkenci’nin dükkanı vardı. Yazma bir kitabın daha içini açıp bakmadan ne olduğunu bilirdi. Sonra şu aşağıda İbrahim Manav vardı oda bu çarşının iyi sahaflarından idi. Sonra yukarıda İsmail bey vardı. Askerliği beraber yapmıştık denizci idi. Musiki bilgisi yüzünden bando takımındaydı. Aslan bey vardı felsefeci, şair sonra bak tam karşıdaki dükkanı görüyor musun Ekrem Karadeniz’in dükkanıydı orası kendisi musikişinas idi. Abdülkadir Töre’nin talebesi idi. Hepsi birer birer vefat ettiler yada işi bıraktılar. Velhasıl biraz geç kaldın evlat dedi. Bakışlarına hafif bir hüzün çökmüştü. Sanki geçmişin özlemini yaşıyor gibiydi. Kucağındaki kedinin başını okşadı. Çaycı, ağır ağır tepsisindeki çayları dağıta dağıta göründü. Deli Ahmet yine kükremeyi andırır bir ses ile ulen çaycı sana bir çay söyledik misafirimiz var dedik kaç saat oldu? “ Çaycı, getir ilaç kokulu çaydan! Dakika düşelim senelik paydan! Zindanda dakika farksızdır aydan. Karıştır çayını zaman erisin;” dizesi dudaklarından döküldü. Bu kükreyişin çaycı üzerinde pekte etkili olduğunu söylemek mümkün değildi ilk iki üç adımını hızlı atan çaycı gene o eski yavaşlığına kavuştu ve sakin adımlar ile çayı getirdi. Ona bakarak “kaç şeker” diye sordu? Kahretsin gene aynı panik hali gelmişti işte yıllardır okul kantininden bir tost bile yemezken ilk defa temiz olup olmadığını bilmediği bir çayı içecekti. Belki şekeri elleri ile koyacaktı çaya. Riske girmemek için şekersiz dedi. Çaycı bardağın içindeki kaşığı alıp burnuna doğru uzattı çayı “ al” dedi. Titrek elleriyle çayı aldı. Deli Ahmet “iç evlat için ısınsın” dedi. Nezaket gereği bu çayı reddedememişti ama çayı içmek oldukça zor olacaktı. Bir yudum çekti çayın alelacele haşlanmış bir tadı vardı büyük ihtimal içine kaçak çay karıştırılmış buda çaya farklı bir râhiya vermişti. Ama artık dönülmez bir noktada idi istese de istemese de bu çayı içip bitirecekti. Keşke bu amca ile göz göze gelmeseydim diye düşündü. Demek sen sahaf gezmeye geldin diye devam etti Deli Ahmet, bak şu karşı dükkana oraya gir bir bak bakalım belki aradığını orada bulabilirsin çayını iç dedi. Başını kaldırıp yaşlı amcanın işaret ettiği dükkana doğru baktı. Zamanın durağanlığı içerisinde sıkışıp kalmış gibi duran vitrine ambalaj içinde eski kitapların konulduğu belki ilk açıldığı günden beri hiç değişmemiş eskilikte bir tabelası olan bir dükkandı işaret ettiği yer. Burası demin sana söylediğim Ekrem Karadeniz’in dükkanı. Bak bir burası değişmedi hala eskisi gibi sahaflık yapmaya devam ediyorlar dedi. Adım ne demiştin diye sordu. Oysa adını söylememişti. Tanımadığı insanlar ile oldum olası diyalog kurmaktan hoşlanmazdı. Ama artık yapacak bir şey yoktu. Cevap verdi adım Levent dedi. Lise öğrencisiyim. Bugün okula gitmedim burayı merak ediyordum ve bugünümü buraya keşfe gezmeye ayırdım dedi. Bu kısa sohbet sırasında çayınıda bitirmişti. Ben müsaadenizi isteyeyim ve gösterdiğiniz yere bir bakayım dedi. Tamam evlat gez bakalım, yine gel misafirim ol çayımı iç diyerek onu uğurladı. Yaşlı amcanın gösterdiği dükkan ana yürüyüş yolu üstünde olmayan bir set üstünde bir yerdi. Oraya doğru yürüdü. İçeri girmeden evvel vitrindeki kitapları incelemeye başladı. Üst kısımlara eski sanat kitapları onların altında baya eski olduğu belli olan ağırlıklı tarih ve edebiyat kitaplarından oluşan bir vitrin yapılmıştı. Hafif çıkıntı olan tezgah ise yabancı dillerde kitaplar ile üst üste yığılmıştı. Bir an acaba en alttaki kitabı almak istersem nasıl verecek diye düşünmekten kendimi alamamıştı. Garip bir şekilde kapıda buyrun ne aramıştınız yardımcı olalım diyen bir satıcı yoktu. Biraz tedirgin adımlar ile dükkanın içerisine girdi. İçerisi beni eski kitapların yıllar içerisinden oluşturduğu eski kağıt kokusu ile karşılamıştı. Tam karşıda masada bir adam oturmaktaydı. İçeri girdiğini görünce okuduğu kitaptan başını şöyle bir kaldırdı soran gözlerle baktı. Bir karşılık alamayınca hoşnutsuz bir yüz ifadesi ile kitabına geri döndü. İçeriye girdiği de sanki bir cennet bahçesine düşmüş gibi hissetmişti. Kitap kokusu başını döndürmüştü. Hayal ettiğinden biraz eksik biraz fazla bir yere göndermişti yaşlı amca onu. Kitaplar raflarda yanyana üst üste dizilmişti. İnternette yaptığı araştırmalar esnasında sahaf esnafının aksi ve huysuz karakterlerde insanlar olduğunu kitaplarının karıştırılması konusunda bazen aşırı tepkili olabilecekleri konusunda uyarıları olduğu için rafları kitaplara dokunmadan belli bir mesafeden taramak çok mantıklı gelmişti. Hiç sesini çıkartmadan raftaki kitapları tek tek inceliyordu. Masada oturmuş sanki orada değilmiş gibi kitabını okumaya devam eden adam vardı. Belki ilk yaşadığı hayal kırıklığı bu adam olmuştu. Hayalinde canlandırdığı sahaf yaşlı göbekli belki fötr şapkalı hatta keçi şakalı olan pipo içen biri olabilirdi. Oysa masada oturan adamın hiç sahafa benzer bir yanı yoktu. Sonra kendi kendine güldü. Sahi kaç sahaf tanımıştı ki hayatında. Bir ara sahafın göz ucu ile kendisini süzdüğünü hissetti ona doğru döndü. Sahaf bu dönüşü yakalamıştı. Başını kaldırıp Hoş geldin evlat bakarak bulabildin mi aradığını? Çünkü ben bile bakarak bulamıyorum aradığım kitapları diye devam etti. Ben bir mecmua arıyorum dedi eski bir mecmua sahaf mavi gözlerini hafifçe kısarak baktı yüzünde gene o hoşnutsuz ifade yerleşmişti. Ne mecmuası adı yok mu? Gene o panik halleri geri gelmişti. Avuçları terliyordu. Adını bilmiyorum ama eski bir edebiyat mecmuası olabilir diye cevap verdi. Kahretsin yine ağzından çıkan sesini tanıyamıyordu. Kontrolünü kaybetmekten oldum olası hoşlanmazdı. Sahaf oturduğu sedirden kalktı rafların bitimindeki araya elini uzattı ve oradan bir merdiven aldı. Merdivende dükkan gibi zamanı dondurmuştu. Böyle bir merdiveni daha önce gördüğünü anımsamıyordu. Basamaklar yıllar içinde üstüne basıla basıla aşınmıştı. Acaba bu basamakların bu kadar aşınması için kaç kere üstüne çıkılıp inilmişti. Sahaf merdiveni rafa dikkatlice yerleştirdi ve basamakları ağır ağır çıkmaya başladı. Üst raftan bir kitap aldı ona doğru baktı cildin üstüne doğru üfleyip ona doğru uzattı. Al bakalım edebiyat dergini. O kısacık anda sanki sahaf kitaba üflediğinde bir anda ortalık göz gözü görmez bir toz bulutu ile kaplanmıştı. Bu kez sesini daha kontrollü kullanarak efendim ben mecmua istemiştim kitap değil dedi. Sahafın yüzü iyice buruşmuştu. Evlat istersen önce sana verdiğim cildi bir aç incele diye cevap verdi. Cildi masanın önündeki tezgaha koydu ve kapağını açtı Varlık dergisi vermişti sahaf. Sesini çıkartmadan dergiyi incelemeye başladı. Tanpınar’ın bu dergide yazılar yazdığını biliyordu. Sahaf merdivenden aşağı indi bak evlat bu elindeki Varlık dergisinin bir araya toplanmış cilt içine alınmış halidir. Cilt kitabın giysisidir. İyi bir cilt kitabın ömrünü onlarca yıl uzatır dedi. Derginin her sayfasını çevirdiğinde yüzüne yükselen eski kitabın kokusunu daha yoğun almaktaydı. Dergide onlarca edebiyatçının yazıları şiirleri vardı. Elinde bir tarih tutuyor olmanın heyecanı ile bunu almak istiyorum dedi. Sahaf ona olan ilgisini kaybetmiş demin oturduğu sedirde elindeki kitabı okumaya devam ediyordu. Ona doğru bir bakış atıp emin misin? Aradığın mecmua bumudur? Diye sordu. Evet bu dergiyi almak istiyordu. Sahafa mecmuanın ücretini ödeyip cildi dikkatli bir şekilde çantasına yerleştirdi. Bir an evvel eve dönüp bu okumak için can atmaktaydı. Dışarı çıktı, az evvel ona bu dükkanı tarif eden Ahmet Amca orada yoktu, ne kediler ne de tezgah. Bir an bocaladı geri dönüp sahafa burada kedileri ile olan bir Ahmet Amca vardı diye sordu. Sahaf evlat sen onu nerden tanıyorsun Deli Ahmet amca öleli bir on yıl olmuştur diye cevap verdi. Yaşadığı şok ile cevap bile veremeden kendini dükkandan dışarı attı, yağmur başlamıştı hızlı adımlarla çarşının geldiği kapısına doğru yürümeye başladı ıslanıyordu çantadan şemsiyesini çıkartmaya çalıştı ama bir türlü çıkartamıyordu. Aldığı cilt yüzünden şemsiye bir türlü çıkmıyor onunla bir inatlaşma içindeydi. İçindeki panik giderek artıyordu. Lanet şemsiye neden çıkmıyordu, yağmur tüm şiddetini arttırmıştı yolun tam ortasında şemsiyesini çıkartmak için uğraşıyordu, yağmurun şiddeti o kadar artmıştı ki artık dükkanları bile seçemiyordu…
Levent oğlum Levent uyan oğlum okula geç kalacaksın sende kardeşine mi özendin neden hala kalkmıyorsun sesi ile gözlerini açtı, inanılmazdı sıcak yatağında evindeydi, yağmur damlaları odanın camına vuran bir tıpırtı halindeydi. Pencerenin dışında bir kedi ona bakıyordu. Göz göze geldiklerinde bir miyavlama sesi ile kedi kayboldu. Hemen yatağından fırladı çantasını aldı. Islak değildi, çantayı açtı içinde bir cilt vardı. Cildi çantadan çıkarttı odasına eski kitabın kokusu yayılmıştı titrek elleri ile cildin kapağını açtı, varlık dergisi ellerinin arasındaydı…
Mehmet Güngör
24,10,2022 İstanbul Sahaflar